93 Harbi

’93 Harbi’nden sonra savaşı kazanan Rus askerler anısına Yeşilköy’e dikilen anıt. Bu anıt I. Dünya Savaşı yıllarında yıkılmıştı.
Giriş
1876 yılında, Osmanlı Devleti’nin iç siyasetinde büyük karışıklıklar yaşanıyordu. Bir sene içinde iki padişah değişikliği yaşanmış; önce Sultan Abdülaziz, daha sonra da yerine gelen V. Murad tahttan indirilmişti.
Yeni padişah II. Abdülhamid, uzun yıllardır devam eden bir sürecin sonunda iç siyasette iki büyük yeniliğe imza attı: I. Meşrutiyet’in ilanı ve Kanun-i Esasi’nin kabul edilmesi. Bu gelişmelerle birlikte Osmanlı Devleti’nde ilk kez bir meclis göreve başlamış ve bir anayasa yürürlüğe girmiş oldu.
Ancak bu iki yenilik çok uzun süreli olmadı. II. Abdülhamid’in tahta çıkmasının üstünden daha bir sene geçmeden 19. yüzyıl Osmanlı tarihinin en önemli olaylarından bir tanesi: 93 Harbi yaşandı.
Neden "93" Harbi?
1877 – 78 yılları arasında yaşanan ’93 Harbi, bu yıllarda Osmanlı Devleti’nde kullanılan Rumi Takvime göre 1293 yılına denk geldiği için bu isimle anılmaktadır.
"Tanzimat’tan Cumhuriyet’e 12 Önemli Olay" yazı serimizin bütün parçalarını bir yazı serisi olarak okunabildikleri gibi tek başlarına da okunabilecek şekilde hazırlamaya çalışıyoruz. Bu yazıda ise bir istisna var – tek bir yazıda hem ’93 Harbi’ne giden süreçleri, hem savaşın kendisini, hem de savaşın sonuçlarını ele aldığımız için bu; serimizin en uzun yazısını oluşturuyor.
Yazımızı daha da fazla uzatmamak için, Kırım Savaşı yazısındaki bazı bilgileri burada tekrarlamıyoruz. Eğer okumadıysanız, önce Osmanlı Devleti ve Rusya arasındaki bir önceki savaşla ilgili bu yazımızı okumanızı tavsiye ederiz.
’93 Harbi’ne Doğru 1: Osmanlı Devleti’ndeki Siyasi Gelişmeler
’93 Harbi, yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, Osmanlı Devleti’nin iç siyasetinde önemli gelişmelerin yaşandığı bir dönemde patlak vermişti.
Vaka-i Hayriye ve Tanzimat yazılarından beri detaylı bir şekilde açıklamaya çalıştığımız gibi, 1800’lü yıllarda Osmanlı Devleti’nin yapılanmasında önemli değişiklikler yaşanıyordu. 1839 yılında Tanzimat’ın ilan edilmesinden sonra devlet yönetiminde görev alan sivil bürokratların gücü giderek artıyordu.
Bunun en önemli boyutu, devleti gerçekten yöneten kişilerin de artık bu grup içinden gelmesiydi. Elbette Osmanlı Devleti’nde resmi olarak en üst düzey konum padişahlıktı. Ancak son padişahlar saltanatları sırasında yönetimden giderek uzaklaşmıştı.
Buna iyi bir örnek olarak günümüzden İngiltere örneğini gösterebiliriz. Nasıl ki günümüzde İngiltere’de bir kraliçe varlığını sürdürüyor ama ülkeyi gerçek anlamda yönetmiyorsa, 1800’lü yılların ortasında Osmanlı Devleti’nde padişahın rolü de bu şekilde azalıyordu.
Tabii ki bu karşılaştırmanın yüzde yüz doğru olmadığını vurgulamak da önemli – 1800’lü yılların padişahları, tabi ki 2010’lu yıllarda İngiltere Kraliçesi’ne göre daha “etkin” bir konumdaydı. Ama buna rağmen Sultan Abdülmecid, Sultan Abdülaziz ve V. Murad’ın padişahlıkları sırasında ülkeyi yönetenler; Mustafa Reşid Paşa gibi, Mehmet Emin Âli Paşa gibi, Keçecizade Fuat Paşa gibi, Midhat Paşa gibi sivil bürokratlardı.

Fuat Paşa ve Âli Paşa
Üstelik bu dönemde padişahın devlet yönetiminde arka planda kalması, Osmanlı tarihinin benzer durumlarından önemli bir noktada ayrılıyordu. Devletin daha önceki dönemlerinde de padişahların eşlerinin, annelerinin ya da Sokollu Mehmet Paşa gibi sadrazamların devlet yönetiminde çok etkili olduğu dönemler yaşanmıştı.
Ancak 1800’lerde yaşanan değişim yalnızca “tek kişilik” yönetimlerle, “tahtın arkasındaki güç” mantığıyla açıklanabilecek bir değişim değildi. Daha açık bir örnekle ifade edersek; Sokollu Mehmed Paşa Osmanlı Devlet yönetimini kendi eline aldığında, bunu şahsi başarısı ve yeteneği sayesinde yapıyordu. O hayatını kaybettikten sonra, “sadrazamlık” konumunun sistematik olarak böyle bir gücü veya yetkisi bulunmuyordu; bir sonraki sadrazam eğer böyle bir güç elde edecekse, işe sıfırdan başlaması gerekiyordu.
19. yüzyılın ikinci yarısında Osmanlı Devleti’nde giderek daha fazla etki sahibi olan sivil bürokratlar ise yalnızca kendileri için değil gelecek için de değişiklikler yapmaya, Osmanlı Devleti’nin daha modern bir şekilde yönetilmesini sağlamaya, yani doğrudan sistemi değiştirmeye çalışıyorlardı.
Üstelik devlet yönetiminde etkili olan herkes böyle bir şeyi savunmasa da, bir önceki yazımızın konusu olan Yeni Osmanlılar Cemiyeti’nin üyeleri; bu değişikliklerin daha da ileri götürülmesini, bir anayasa yazılmasını, meclis kurulmasını ve halkın yöentimde söz sahibi olmasını istiyordu. Bu görüşler; hem halk arasında, hem de Mithat Paşa gibi Cemiyet’e yakın olan devlet adamları arasında destek buluyordu.
Yeni Osmanlılar Cemiyeti’nin fikirlerine yakın olan Midhat Paşa, I. Meşrutiyet’in ilan edilmesinde büyük rol oynamıştı.
Bu nedenle, biraz “alternatif” bir tarih düşünerek, şöyle bir fikir yürütebiliriz: Eğer 1839’dan itibaren her padişahla saltanatın gücü biraz daha azalsa, devleti asıl yönetenler giderek sivil bürokrasi içinden çıksa, bu aslında Osmanlı Tarihi’ni incelerken bizim için çok tuhaf bir durum olmazdı; bunu doğal bir süreç olarak görebilirdik. Ama elbette, “gerçek” tarihte, 1876 yılında işler tamamen değişti.
’93 Harbi’ne Doğru 2: Kanun-i Esasi ve I. Meşrutiyet
1876 yılı; Tanzimat’ın ilan edildiği 1839’dan beri devam ettiğini söyleyebileceğimiz bu sürecin hem doruk noktası, hem de sonuydu.
I. Meşrutiyet’in ilanı ve Kanun-i Esasi’nin kabul edilmesiyle Osmanlı Devleti’nin yönetiminin değiştirilmesi, padişahın güçlerinin sınırlanması ve halkın ülke yönetiminde söz sahibi olması resmi bir tabana oturtuldu.
Osmanlı Devleti’ndeki uygulanma şekline göre Meşrutiyet devletin yönetiminde padişahın yanı sıra bir meclisin olması anlamına geliyordu; yani bir anlamda Osmanlı Devleti İngiltere ve Fransa gibi Avrupa ülkelerinde bulunan bir düzeni kendi ülkelerinde yaratmaya çalışıyordu.
Anayasaya göre, bundan sonra Osmanlı Devleti’nde iki tane meclis yer alacaktı. Üyeleri seçimlerle belirlenecek Mebuslar Meclisi ve üyeleri doğrudan padişah tarafından belirlenecek, devlete faydalı olmuş, tecrübeli kişilerin yer alacağı Ayan Meclisi. Bu iki Meclis, Osmanlı Devleti’nin yönetiminde etkin rol oynayacaktı.
Eğer Kanun-i Esasi ve Meşrutiyet hakkında çok fazla detaya girersek, bu yazının başlığındaki konuya, yani 93 Harbi’ne değinme imkanımız kalmaz. Fakat önemli bir detayı belirtmek gerekiyor: Kanun-i Esasi, her ne kadar Meşrutiyet yönetimine geçmenin önemli bir adımı olsa da, padişaha çok ciddi yetkiler veriyordu. Bunların en önemlisi, Padişahın gerek gördüğünde seçimleri tekrarlamak koşuluyla meclisi feshedebilme yetkisiydi.
Padişaha Verilen Yetkiler
Bu noktada şöyle bir soru sorabiliriz: Ülkede böyle bir değişim yaşanırken, padişaha böyle bir yetki vermenin amacı neydi? Bu padişahın istediği zaman eski düzene dönmesinin önünü açmaz mıydı?
Padişaha bu yetkiler veriliyordu; çünkü Osmanlı Devleti gibi bir ülkede – aslında herhangi bir monarşide – böyle bir değişikliği yapmak kolay değildi. Halkın büyük bölümü, hatta orduda ve devlet yönetiminde görev alan pek çok kişi için, padişahlık hala çok önemli bir kurumdu ve kurulacak herhangi bir düzende padişahlığın zirvede yer almaması çok ciddi bir sorun olurdu.
Yukarıda bu karşılaştırmanın yüzde yüz doğru olamayacağını da söyleyerek İngiltere ve İngiltere’deki monarşi örneğini vermiştik. Bugün bile – kâğıt üzerinde – İngiltere kraliçesinin başbakanı görevden almak, yeni başbakan atamak, parlementoyu feshetmek gibi yetkileri bulunuyor. Ama tabii bu yetkileri kullanmasını beklemiyoruz.
Osmanlı Devleti’nde bu uzun ve zorlu süreç sonunda Meşrutiyet’i ilan eden insanlar da muhtemelen benzer bir şey düşünüyorlardı. Anayasaya bu maddeleri koymak zorunda kalmışlardı, padişahın yetkileri – sembolik de olsa – güvence altına alınmalıydı, ama meclisi feshetmek gibi aşırı yetkilerin kullanılması beklenmiyordu. Ama II. Abdülhamid, çok kısa süre içinde, bu yetkileri kullandı.
’93 Harbi’ne Doğru 3: Osmanlı Devleti ve Rusya Arasındaki İlişkiler
Onu bu yetkisini kullanmaya iten olay, ‘93 Harbi yani 1877 – 78 yılları arasında Osmanlı Devleti ile Rusya arasında yaşanan ve Rusya’nın zaferiyle sonuçlanan savaş, yani yazımızın ana konusuydu.
Bu savaşın arka planında Osmanlı Devleti’nin hem Rusya ile hem de Avrupa ile ilişkileri büyük öneme sahipti.
Osmanlı Devleti ve Rusya, 19. yüzyılın olağan düşmanlarıydı. Daha önce Kırım Savaşı yazımıda da bahsettiğimiz gibi pek çok farklı nedenle sık sık savaşıyorlardı.

Rusya açısından bu savaşların arka planı çok karışık değildi. Bu yıllarda Rusya Çarlığı giderek güçlenirken Osmanlı Devleti giderek zayıflıyor, Ruslar Osmanlı Devleti’nin toprakları üzerinde daha fazla etki sahibi olmayı amaçlıyordu. Yukarıdaki şemada görebileceğiniz “savaş nedenleri”, Kırım Savaşı’nda olduğu gibi bundan yaklaşık yirmi yıl sonra, 1877’de de geçerliydi.
Üstelik Kırım Savaşı’nda Osmanlı Devleti, İngiltere ve Fransa’ya karşı alınan yenilgi; Rusya için önemli bir ulusal mesele haline de gelmişti. Bu savaşın izlerini silmek, bir anlamda Kırım Savaşı’ndaki yenilginin intikamını almak Rusya için önemli bir prestij meselesiydi.
Kısacası; işi biraz basitleştirerek anlatacak olursak, Rusya her zaman Osmanlı Devleti’yle savaşmaya istekliydi ve bu savaşlardan önemli çıkarlar elde edebileceğini düşünüyordu.
Bununla birlikte, Kırım Savaşı’nda alınan yenilgi elbette Ruslar için önemli bir mesajdı. Osmanlı Devleti’ni mağlup edebileceklerine inansalar da, Kırım Savaşı’nda olduğu gibi İngiltere ve Fransa’nın Osmanlı Devleti’ne yardım ettiği senaryolar Ruslar için ideal değildi, çünkü bu koşullar altında bir zafer elde etmelerinin çok zor olduğunu yirmi sene önce görmüşlerdi.
Sonuç olarak, Rusya için önemli olan doğru koşulların ortaya çıkmasıydı. Yeni bir savaş için, Osmanlı Devleti’nin zayıf olduğu bir anı kollamanın yanı sıra İngiltere ve Fransa gibi ülkelerin duruma müdahale etmeyeceğinden de emin olmaları gerekiyordu.
’93 Harbi de pek çok açıdan Rusya’nın beklediği bu fırsattı. 1877 yılında Rusya Osmanlı Devleti’ne savaş ilan ettiğinde, İngiltere ve Fransa müdahale etmedi.
’93 Harbi’ne Doğru 4: Osmanlı Devleti ve Avrupa Arasındaki İlişkiler
1853 yılında başlayan Kırım Savaşı’nda Osmanlı Devleti’nin yanında yer alan İngiltere ve Fransa, 1877 yılındaki savaşta neden aynı tutumu sürdürmedi?
Bu devletlerin verdiği kararın farklı sebepleri vardı ve bazıları Osmanlı Devleti’nden bağımsız olarak şekilleniyordu.

Kırım Savaşı yazımızda daha detaylı olarak okuyabileceğiniz gibi 1853 yılında İngiltere ve Fransa’nın Osmanlı Devleti’ne yardım etmesinin temel sebebi, Avrupa’daki “güç dengesi” politikasını korumaktı. Rusya’nın Osmanlı topraklarını ele geçirerek fazla güçlenmesini istemeyen bu iki devlet, Osmanlı Devleti’nin “toprak bütünlüğünü” korumanın en mantıklı strateji olduğuna karar vermiş ve 1853 yılındaki savaşta Osmanlılar ile birlikte savaşmıştı.
Ancak yukarıdaki haritada gördüğünüz sınırların korunmasına dayanan bu uluslararası politika, 1871 yılında ciddi bir değişikliğe uğramıştı.
Bunun sebebi, 1871 yılında hem İtalya’nın, hem de Almanya’nın yeni ülkeler olarak ortaya çıkmasıydı. Elbette Avrupa’da coğrafi bölgeler olarak “Almanya” ve “İtalya” her zaman varolmuştu; ama 19. yüzyılın sonuna kadar bu ülkeler kendi içlerinde bölünmüş, farklı prensliklerden oluşan, tek bir ülke olarak hareket etmeyen bir yapıdaydı. 1871 yılında Almanya Kayser II. Wilhelm ve Otto von Bismarck; İtalya ise Kont Cavour, Giuseppe Garibaldi ve Kral II. Vittorio Emanuele önderliğinde birleşti.
Bu iki gelişme – özellikle de zaten güçlü bir devlet olan Prusya etrafında bir araya gelen Almanya’nın ortaya çıkması – Avrupa’daki güç dengesini tamamen değiştirdi. Konumuzla doğrudan alakalı olmasa da şunu söylemek aydınlatıcı olabilir: Almanya ve İtalya’nın ortaya çıkmasıyla bozulan güç dengesi siyaseti, Avrupa’yı bundan yaklaşık kırk yıl sonra I. Dünya Savaşı’na kadar götürecekti.
Bu iki ülkenin ortaya çıkması, haritada belirtilen sınırlara göre bir güç dengesi korumanın artık imkansız olması anlamına geliyordu. Bir başka deyişle; Osmanlı Devleti’nin de bir parçası olduğu Avrupa düzenini devam ettirmek, Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğünü korumak, İngiltere ve Fransa için artık 1853 yılında olduğu kadar büyük bir öncelik değildi çünkü Avrupa genelinde bu düzen artık eskisi kadar kesin bir şekilde varlığını sürdürmüyordu.

Tabii İngiltere ve Fransa’nın Osmanlı Devleti’ne yardım etmemesinin doğrudan Osmanlı Devleti’yle alakalı sebepleri de vardı.
En temel meselelerden bir tanesi ekonomiyle ve devletin genel yönetimiyle alakalıydı. İlk dış borcunu Kırım Savaşı sırasında alan Osmanlı Devleti’nde ilerleyen yıllarda bu borçlar ilerlemiş fakat ekonomik yapılanma bu borçları ödeyebilecek şekilde düzenlenmemişti. İngiltere ve Fransa gibi ülkeler, giderek kötüleşen bu ekonomik durumu takip ediyor, ticaret ve i siyasette çeşitli kararların kendi çıkarlarına göre düzenlenmesini istiyordu.
Osmanlı Devleti’nin bu olumsuz durumu, Avrupa’nın en güncel sorunlarından bir tanesiydi. “Şark Sorunu” (“The Oriental Question”), “Büyük Doğu Krizi” (Great Eastern Crisis), Avrupa’nın Hasta Adamı (“Sick Man of Europe”) gibi kavramlar; bu coğrafyadaki durumun Avrupa’da nasıl değerlendirildiğini ortaya koyan ifadelerdi.
Bu kavramlarla ifade edilen sorunun en önemli boyutlarından bir tanesi de Balkanlar’da yaşanan gelişmelerdi. Osmanlı Devleti 19. yüzyılda gücünü giderek kaybetmekte olsa da hâlâ Doğu Avrupa’daki en büyük devlet durumundaydı. Ama zayıflayan devletin tarihi 14. yüzyıla kadar uzanan Balkan hakimiyeti, yavaş yavaş ortadan kalkıyordu.
19. yüzyılda değişen ekonomik dengelerin ve Avrupa’nın buradaki yeni yapılanma çabalarının da etkisi olmakla beraber bu bağımsızlık hareketlerinin arkasındaki temel itici güç bölgedeki milliyetçilik hareketleriydi. Avrupa ülkelerinin bazen fikren, bazen de (özellikle Rusya örneğinde olduğu gibi) doğrudan desteklediği bu hareketler; Doğu Avrupa’daki Osmanlı topraklarında ciddi bir bağımsızlık mücadelesi yaşanmasına sebep oluyordu. 1800’lerin ilk yarısında Yunanistan örneğinde olduğu gibi, bu hareketlerin bazıları başarıya da ulaşıyordu.
Avrupa’nın desteklediği veya en azından sempati duyduğu bu bağımsızlık hareketleri, Osmanlılar içinse elbette birer “ayaklanmadan” ibaretti. Bu sebeple; devleti yönetenler bu hareketleri mümkün olduğu kadar hızlı bir şekilde bastırmaya, ülkenin dağılmasının önüne geçmeye çalışıyordu.
Aslında, Avrupa bakış açısına göre problemin en büyük kaynaklarından bir tanesi de buydu. 19. yüzyıl – Kırım Savaşı ve Tercüman-ı Ahval yazılarımızda da açıkladığımız gibi kitlesel iletişimin – gazetelerin dönemiydi. Bu ayaklanmaların bastırılma şekli, özellikle de şiddet sahneleri, sık sık Avrupa gazetelerinde yayımlanıyor, Osmanlı Devleti bu yayınlarda olumsuz bir şekilde ele alınıyordu.
Bugün bunların önemli bir bölümünün propaganda olduğunu, hikâyeyi çok tek taraflı yansıttığını, hatta gazetelerde yayımlanmak üzere “sahnelenmiş” fotoğrafların bile kullanıldığını biliyoruz – ama tabi bu dönemde yapılan bu haberler etkili oluyor; Osmanlı Devleti’nin Balkanlardaki ayaklanmaları bastırırken orantısız şiddet uyguladığı düşüncesi Avrupa tarafından hoş karşılanmıyordu.
Bir Karşılaştırma
Bugünkü örneklerden düşünün – herhangi bir ülkede yaşanan siyasi bir olayın insani boyutları olduğu zaman, bunlar sadece o ülkeyle sınırlı olmayan tepkiler alır, diğer ülkeler de yaşananları “kınar”, veya mevzubahis ülkeleri “sağduyulu davranmaya” davet eder. Buradaki durum da aslında buna benziyordu.
Burada kısıtlı yerimiz nedeniyle cevaplayamayacağımız ama tarih bilgisi açısından önemli pek çok soru var: Osmanlı Devleti’nin bu ayaklanmaları bastırma süreci gerçekten tek taraflı bir şiddete mi dayanıyordu, yoksa Avrupa basını ve Avrupa ülkeleri bunu böyle mi yansıtıyordu? Avrupa Devletleri gerçekten Osmanlı Devleti’ndeki durumun insani boyutuyla mı ilgileniyordu, yoksa amaçları buradaki etkilerini arttırmak mıydı? Bu ayaklanmalar ne kadar milliyetçilik akımının, ne kadar bölgedeki nüfuzlu kişilerin ve Avrupa ülkelerinin sonucuydu?
Balkanlardaki bu durum Osmanlı Devleti’nin içişlerinde de çok önemliydi, ama bunun ötesinde, devlet sık sık bu konuda Avrupa’nın karşısında yer alıyordu. ’93 Harbi’nden hemen önce de böyle bir durum başlamış; 1875’te Hersek’te, 1876’da Bulgaristan’da, 1877’de Sırbistan’da ciddi ayaklanmalar ve savaşlar çıkmıştı.
Özetle: İngiltere ve Fransa gibi devletler Osmanlı Devleti’nin kendi ekonomik çıkarlarını koruyacak şekilde hareket etmesini ve Balkanlarda kendi taleplerinin dışında hareket etmemesini istiyordu. Rusya ise hem Osmanlı Devleti ile savaşmaya her zaman hazırdı, hem de anyı etnik kökenden geldiklerine inandığı “Slav” milliyetçilik hareketlerini destekliyordu. Rusya’nın bu konulardaki tek endişesi, Kırım Savaşı’nda olduğu gibi bir İngiliz – Fransız müdahalesiyle karşılaşmamaktı.
Ekonomik ve siyasi olarak zayıflamakta olan Osmanlı Devleti ise, bir şekilde ülkeyi bir arada tutmak, işlerin daha kötüye gitmesini engellemeye çalışıyordu.

Tersane Konferansına katılan temsilciler
Sonuç olarak; Balkanlardaki bu kaosu çözmek için 1876 Aralık ayında İstanbul’da Tersane Konferansı adıyla bilinen bir konferans düzenlendi. Avrupa devletlerinden gelen temsilciler, oturup Osmanlı Devleti’nin Balkanlar’daki varlığı konusunun nasıl bir sonuca ulaştırılacağı konusunda bazı kararlar almaya koyuldu.
Bu yazı serisinde, gerek Tanzimat Fermanı’ndan gerek Islahat Fermanı’ndan bahsederken hep şu soruyu gündeme getiriyoruz: Acaba Osmanlı Devleti’nin Batılılaşma süreci, gerçekten Osmanlıların kendi isteğiyle, doğru olan şeyin bu olduğunu düşündükleri için yaşadıkları bir süreç miydi? Yoksa Avrupa karşısında yalnız kalmamak, Avrupa’nın desteğini kaybetmemek için bunu yapmak zorunda mı kalıyorlardı?
Bu sorunun cevabını düşünürken, aklınızda tutabileceğiniz bir başka detay: Kanun-i Esasi’nin ilan edildiği günün Tersane Konferansı’nın başlangıcına denk gelmesi, muhtemelen bir tesadüf değildi.
Ama tabii ki Osmanlı Devleti’nin Avrupa’yı mutlu etmek için yapacağı fedakarlıkların da bir sınırı vardı. Tersane Konferansı’ndan çıkan sonuç ve Osmanlı Devleti’nden talep edilen şey, Balkanlarda neredeyse tüm topraklarından vazgeçmesi, ayaklananların bütün isteklerine boyun eğmesiydi. Osmanlı Devleti bunu reddetti. Daha sonra da bir anlaşma sağlanamayınca, Rusya Osmanlı Devleti’ne savaş açtı.
’93 Harbi – Balkanlar ve Kafkas Cephesi
Bütün bu arka planın sonunda, nihayet savaşın kendisine geldik.
’93 Harbi’ndeki cepheler, Kırım Savaşı’nın tam tersiydi. Osmanlı Devleti ile Rusya birbirlerine doğrudan komşu oldukları Balkanlarda ve Kafkasya’da savaşıyor; ancak Karadeniz’de karşı karşıya gelmiyordu.

Osmanlı Devleti ve Rusya’nın komşu olduğu bölgeler – Karadeniz Kırım Savaşı’ndan sonra silahsızlandırılmıştı, bu nedenle savaş sağdaki ve soldaki okların gösterdiği yerlerde, Balkanlar ve Kafkasya’da gerçekleşti.
Savaşın “ana sahnesi” olarak gösterebileceğimiz Balkanlarda, işler Osmanlılar için oldukça kötü gözüküyordu. Her şeyden önce bu coğrafya zatan Rusya tarafından desteklenen bağımsızlık hareketleri nedeniyle karışmış durumdaydı. Günümüzde Bulgaristan ve Romanya gibi ülkelerin sınırları içinde yer alan topraklar, harita üzerinde Osmanlı Devleti’ne ait olsa da, Rusya için pek de “düşman” yerler değildi.

Rus askerlerin Tuna Nehri’ni geçişini resmeden bir tablo
Aynı şekilde savaşın en önemli “coğrafi engellerinden” biri olan Tuna Nehri de 1877 yılında Ruslar tarafından rahat bir şekilde geçilmişti. İşler Osmanlı Devleti’nin aleyhine ilerlerken, şaşırtıcı bir durum, savaşın ilerleyişini yavaşlattı.
Kısa süre içinde savaşın Batı Cephesi’ndeki en kritik bölge, günümüzde Bulgaristan sınırları içinde yer alan Plevne haline geldi. Plevne 1877 yılında Ruslar tarafından kuşatıldı; fakat Osmanlı savunması uzun süre boyunca kenti korumayı başardı.

Plevne’nin yaklaşık konumu
Osmanlı tarihi askerî kahramanlarla dolu olsa da bu kahramanlar genellikle 19. yüzyılda değil İmparatorluğun kuruluş ve yükselme devirlerinde karşımıza çıkar. Plevne Savunması beş aylık bir sürenin sonunda başarısız oldu, yani Ruslar burayı ele geçirmeyi başardı – ancak bu kadar zorlu bir savunmayı, bu kadar uzun süre yürüten komutan, Gazi Osman Paşa, son dönem Osmanlı tarihinin önemli kahramanlarından biri haline geldi.
Ruslar sonunda Plevne’yi ele geçirmeyi başardıysa Gazi Osman Paşa neden bir kahraman olarak görüldü? Çünkü “kazanmasının”, yani şehri korumasının mümkün olmadığı koşullar altında çalışıyordu; etrafı tamamen sarılmıştı ve son noktada şehre gıda – silah yardımı yapılacak bir yol bile kalmamıştı. Ama tüm bunlara rağmen, Plevne Kuşatması Rusları çok uzun süre yavaşlatmayı başardı.
Plevne’den sonra ise ’93 Harbi bir felaket haline geldi. Ruslar, Balkanları rahatlıkla geçerek Osmanlı Devleti’nin başkentine - İstanbul’a - doğru ilerlemeye başladı. 1878’in ilk günlerinde Ruslar önce bir ateşkes isteğini reddetti, daha sonra da Avrupa’nın araya girmesiyle kabul ettikleri ateşkesi önemsemeden İstanbul’a ulaştı.
Bu sırada Doğu’da, teknik terimle Kafkas Cephesi’nde de Rus zaferi vardı. Belki Plevne ve Gazi Osman Paşa kadar tanınmasa da Kars’ta Ahmet Muhtar Paşa önemli bir savunma savaşı vermiş; ancak Balkanlarda olduğu gibi bu da Rusları yenmek için yeterli olmamıştı. 1878’e gelindiğinde, Ruslar Kars ve Ardahan gibi şehirleri ele geçirip Erzurum’a kadar ilerlemişti.
Savaşın arka planında uzun bir şekilde anlattığımız gibi, Kırım Savaşı yıllarının aksine 1878 yılında Osmanlı Devleti’ne doğrudan yardım etmek İngiltere için bir öncelik değildi. Ancak Rusya’nın ateşkesi fazla ciddiye almadan İstanbul’a, Osmanlı’nın başkentine doğru yürümesi çok fazlaydı. İngilizler her şeye rağmen Rusya’nın çok fazla güçlenmesini, Osmanlı Devleti’nin tamamen ortadan kalkmasını engellemeye çalışıyordu. Bu nedenle, İngiliz donanması İstanbul’a girdi ve Rusya’ya ilerlemeye devam etmemesi yönünde bir mesaj verdi.
Bu son gelişme ile birlikte Rusya’nın ilerlemesi durdu. Ruslar, o zamanki adıyla Ayastefanos denilen yere kadar ilerlemişti. Burası günümüzde çok yabancı, çok uzak bir yer gibi durabilir; fakat Ayastefanos bugünkü Yeşilköy’ün eski adıydı. Rusya günümüz sınırlarıyla düşünüldüğünde İstanbul’un içine kadar ilerlemişti ve o günkü sınırlarıyla bile Osmanlı Devleti’nin başkentinden yalnızca birkaç kilometre uzaktaydı.
’93 Harbi’nin Sonuçları 1: Balkanlar
İngiltere’nin müdahalesiyle Rusya ile Osmanlı Devleti arasında Ayastefanos Antlaşması imzalandı. Bu anlaşmanın koşulları tahmin edebileceğiniz gibi Osmanlı Devleti için çok ağırdı ve Balkanlardaki Osmanlı varlığını neredeyse tamamen bitiriyordu. Ama bu anlaşma İngiltere’yi memnun etmedi, çünkü bu durumda da Rusya fazla güçlenmiş olacaktı.
Bu yüzden birkaç ay sonra, Berlin Antlaşması adlı bir başka antlaşma imzalandı. Her ne kadar bu antlaşma da Osmanlı Devleti için önemli toprak kayıpları ve pek çok bölgede özerk yönetimler anlamına gelse de Rusya’nın amaçlarına tam olarak ulaşmasını ve Balkanlarda fazla güçlenmesini engelliyordu.

Osmanlı Devleti’nin Balkanlardaki varlığından söz ederken, önemli bir noktanın altını çizmek gerekiyor. Bazen Osmanlı tarihini incelerken, Balkanlardaki bu kayıplar normal, olağan şeyler, zayıflayan bir Osmanlı Devleti’nin yaptığı fetihlerin tersine çevrilmesi gibi yorumlanabiliyor. Belki günümüzdeki Türkiye haritasını düşünerek Anadolu’yu merkeze koyup geri kalan her şeyi Osmanlı Devleti için “ekstra” ve devlet zayıfladıkça kaybedilmesi “normal” şeyler olarak görüyoruz.
Oysa, Anadolu bugün Türkiye Cumhuriyeti’nde olduğunun aksine, Osmanlı Devleti’nin merkezi değildi. Osmanlı tarihinin büyük bölümünde devletin “merkezi” bölgeleri Batı Anadolu’dan Doğu Avrupa’ya kadar olan bölgeydi. Bu yazıda bahsettiğimiz Bulgaristan, Sırbistan, Romanya gibi bölgeler; Osmanlı Devleti’nin “ekstra” fetihleri değil, doğrudan merkez bölgeleriydi.
Bunu daha iyi görebilmek için Wikipedia ve YouTube gibi sitelerden veya tarihi atlaslardan Osmanlı Devleti’nin gelişimini gösteren haritalara bakabilirsiniz. Daha ilk padişahlardan, Orhan Gazi’den ve I. Murat’tan itibaren, Osmanlı Devleti’nin hep Batı’ya doğru fetihler yaptığını; hatta Anadolu’nun büyük bölümünün Balkanlar’dan sonra ele geçirildiğini göreceksiniz.

15. yüzyıldan, İstanbul’un fethinden, önce Osmanlı sınırları – Osmanlı Devleti’nin tüm Balkanları kontrol altına aldığını, ancak henüz Konya, Adana gibi yerleri ele geçirmemiş olduğunu görebilirsiniz.
Osmanlı Devleti; Selanik’i, Makedonya’yı, Arnavutluk’u, Sofya’yı fethettiğinde daha İç Anadolu’nun bile tamamını kontrol etmiyordu. Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u fethettiğinde bunu doğudan Batı’ya doğru bir fetih olarak yapmamış; İstanbul’u her taraftan kuşatma altına almıştı – bu yıllarda devletin başkenti zaten Edirne, yani İstanbul’dan batıda bir yerdeydi.
Dolayısıyla buradaki mesele; Osmanlı Devleti’nin yaptığı fetihlerin geri çevrilmesi veya Avrupa’da yapılan propagandalarda çok sık dile getirildiği gibi Hristiyan nüfusun Müslüman Osmanlı’dan bağımsızlık kazanması gibi tek boyutlu, basit bir şey değildi.
Bu yazı serisinde Balkan Savaşları’ndan ve Balkanlar’daki toprak kayıplarından çok detaylı olarak bahsetmeyeceğiz. Ama Osmanlı Devleti’nin Balkanları kaybetme sürecini irdelerken, bu fikirleri de akılda tutmak gerekiyor.
Bahsedilen yerler yaklaşık dört yüz - beş yüz yıldır Osmanlı Devleti’ne ait olan, büyük öneme sahip bölgelerdi. Osmanlı Devleti bu kayıplarla sadece “toprak” kaybetmiyor; ülkenin şehirleşmiş, eğitim ve ekonomi açısından gelişmiş, merkezi noktalarını kaybediyordu.
’93 Harbi’nin Sonuçları: İstanbul
'93 Harbi Osmanlı tarihinin en ağır yenilgilerinden bir tanesi oldu; ama savaşın Balkanlarda kaybedilen topraklar dışında da önemli sonuçları vardı.
Bunlar içinde en önemlisi tabii ki ülke yönetiminde yaşanıyordu. Tahta Meşrutiyet ve anayasa sözleriyle çıkan II. Abdülhamid, daha saltanatının ilk yılında '93 Harbi gibi bir krizle karşılaşmıştı.
Tanzimat’tan beri süregelen ve Yeni Osmanlılar Cemiyeti’nin de büyük çabasıyla ilan edilen Meşrutiyet, ’93 Harbi sırasında bir anda ortadan kalktı. II. Abdülhamid, alınan kararların hızını ve doğruluğunu sorgulayarak önce meclisi feshedip ülkeyi yeniden seçimlere götürdü, daha sonra da Meclisi doğrudan tatil etti. Kanun-i Esasi, teknik olarak yürürlükte kalsa da II. Abdülhamid tahttan indirilene kadar fazla ciddiye alınmadı.
Bir anda Osmanlı Devleti’nde 1839’dan beri devam eden yönetim sistemini değiştirme çabası sona ermişti. Padişahların giderek “sembolik” bir hale geldiği, sivil devlet adamlarının ön plana çıktığı dönem; II. Abdülhamid ile ciddi bir sekteye uğradı. Meclis ve Kanun-i Esasi’yi fesheden padişah, bunlarla da yetinmedi – sık sık değiştirdiği sadrazamlarının da fazla ön plana çıkmasına izin vermeden ülkeyi kendi başına yönetti. Bu, pek çok açıdan ironik bir durumdu: Hem devletin zayıfladığı, hem de politik gelişmelerin bunun zıttını amaçladığı bir ortamda,
II. Abdülhamid Osmanlı Devleti tarihinin en uzun süre tahtta kalan padişahlarından bir tanesi oldu.
Elbette bu nedenle kendisini destekleyenler olduğu kadar ona karşı çıkanlar da vardı. Bir sonraki yazıda, ’93 Harbi’nin sona erdiği 1878 yılından yola çıkıp II. Abdülhamid’in saltanatını genel bir şekilde incelemeye çalışacağız.
Hızlı Bilgiler
Önemi
’93 Harbi, 19. yüzyıl boyunca Osmanlı Devleti ile Rusya arasında yaşanan savaşlardan bir tanesiydi. Bu savaşta, Rusya Osmanlı Devleti’ni ağır bir yenilgiye uğratmış, günümüzde İstanbul’un önemli bir bölgesi olan Yeşilköy’e kadar ilerlemiş ve ancak İngiltere’nin müdahalesiyle bu ilerleyiş sona ermişti.
Savaştan sonra, Osmanlı Devleti’nin Balkanlar’daki kontrolü ciddi anlamda zayıfladı, burada önemli toprak kayıpları yaşandı.
Savaşa Giden Süreç
1877 – 78 yıllarındaki savaşa giden süreçte Osmanlı Devleti hem iç işlerinde, hem de dış işlerinde çok önemli gelişmeler yaşıyordu.
Osmanlı Devleti: 1876 Yılı
1876 yılı, Osmanlı Devleti’nde pek çok önemli olaya sahne oldu.
- Sultan Abdülaziz tahttan indirildi, yerine V. Murad tahta çıktı.
- V. Murad’ın saltanatı, akli dengesi yerinde olmadığı gerekçesiyle, yalnızca üç ay kadar sürdü.
- V. Murad’ın yerine tahta II. Abdülhamid çıktı.
- Devlet yönetiminin modernleşme süreci, Tanzimat Fermanı (1839)’ndan beri devam ediyordu. 1876 yılında, bu sürecin belki de doruk noktası yaşandı: Osmanlı Devleti’nin ilk anayasası, Kanun-i Esasi ve I. Meşrutiyet ilan edildi.
- Kanun-i Esasi ve I. Meşrutiyet’in ilanı, bilinçli olarak İstanbul’da Avrupalı devletlerin katıldığı Tersane Konferansı sırasında gerçekleşmişti.
Ancak ’93 Harbi nedeniyle, bu gelişmeler çok kısa süreli olacaktı.
Osmanlı Devleti ve Rusya
19. yüzyılda giderek güçlenen Rusya’nın, Osmanlı Devleti’yle savaşarak kazanacağını düşündüğü çok fazla şey vardı:

Ancak Kırım Savaşı’nda olduğu gibi, Avrupa devletlerinin müdahale edeceği bir savaşı göze alamayacaklarını biliyorlardı. Bu nedenle, savaş için meşru bir nedene ihtiyaç duyuyor; Fransa ve İngiltere gibi ülkelerin müdahale etmeyeceğinden emin olmaları gerekiyordu.
Osmanlı Devleti ve Avrupa
’93 Harbi’nin çıkma nedeni, Osmanlı Devleti’nin kontrolü altında olan Balkanlar’daki çatışma ortamıydı. Balkanlar’da yer alan farklı bağımsızlık hareketleri ve Osmanlı Devleti’nin bu hareketleri bastırırken aşırı şiddet uyguladığı düşüncesi, Avrupa siyasetinde önemli bir konu haline gelmişti.
İstanbul’da düzenlenen Tersane Konferansı’nda, Osmanlı Devleti kendinden talep edilen her şeyi yapmayı kabul etmedi. Bunun sonucunda da, ’93 Harbi başladı.
Kırım Savaşı’nda olduğunun aksine, İngiltere ve Fransa gibi ülkelerin Osmanlı Devleti’ne yardım etmemesinin başka sebepleri de vardı. Bunları aşağıdaki şemadan inceleyebilirsiniz.

Savaş
’93 Harbi iki cephede, Balkanlar’da ve Kafkasya’da gerçekleşti. Osmanlı Devleti her iki noktada da başlarda kayda değer bir direniş gösterdi. Batı’da Plevne’yi çok uzun süre savunan Gazi Osman Paşa, doğuda ise Gazi Ahmet Muhtar Paşa büyük kahramanlıklar gösterdi.
Ancak bu savunma başarılarına rağmen, Osmanlı Devleti ağır bir yenilgi aldı. Özellikle Balkanlar’da Plevne’nin düşmesinden sonra, Ruslar hızla İstanbul’a doğru ilerlemeye başladı.
Rusların ilerleyişini durduran, İngiltere’nin duruma müdahale etmesi oldu. İngiltere duruma müdahale ettiğinde Ruslar Ayastefanos’a, yani günümüzdeki adıyla Yeşilköy’e kadar ilerlemişti.
Sonuçlar
1 – Önce Ayastefanos, daha sonra da Berlin Antlaşması imzalandı.

2 – Osmanlı Devleti’nin ülkenin en önemli bölgeleri arasında yer alan Balkanlar’daki kontrolü ciddi anlamda azaldı.
3 – II. Abdülhamid, Kanun-i Esasi ve I. Meşrutiyet’i yürürlükten kaldırarak, siyasi gücü kendi elinde topladı.
Evrim Sorular
Genel Sorular
Bu soruları, ’93 Harbi ile ilgili paylaştığımız bilgileri inceledikten sonra rahatlıkla cevaplayabilirsiniz. Takıldığınız bir nokta olursa, önceki sekmelere geri dönüp cevapları aramayı unutmayın!
1 – ’93 Harbi’ne giden yolda Osmanlı Devleti’nin iç işlerinde ne oluyordu? 1876 – 1877 – 1878 yıllarında Osmanlı Devleti’nin içişlerinde yaşanan üç önemli gelişmeyi listeleyiniz.
2 – ’93 Harbi hangi yıllarda yaşanmıştı? Bu savaşa neden ’93 Harbi deniyor?
3 – II. Abdülhamid’in tahta çıkış süreci nasıl gerçekleşmişti? ’93 Harbi bu süreci nasıl etkiledi?
4 – ’93 Harbi’nin çıkmasının temel sebepleri nelerdi? Osmanlı – Rusya ve Osmanlı-Avrupa ilişkilerini göz önünde bulundurarak cevaplayınız.
5 – ’93 Harbi’nin başlangıcından sonra savaşın en önemli bölgesi neresi oldu? Bu bölgeyi korumakla görevli Osmanlı Paşası kimdi?
6 – ’93 Harbi’nde Rusya’nın ilerleyişi nerede sona erdi? Bu bölgenin eski adı ve günümüzdeki adı neydi? Bunun önemi, savaşın gidişatı ile ilgili gösterdikleri nelerdi?
7 – Kırım Savaşı’nda Osmanlı Devleti’nin yanında yer alan İngiltere ve Fransa, ’93 Harbi’nde neden Osmanlı Devleti ile birlikte savaşmamıştı? Bu konuda öne çıkan üç temel etken neydi?
Tartışma Soruları
Bu sorular, ’93 Harbi ile ilgili fikir yürütme amacıyla üzerinde düşünebileceğiniz sorular. Bu sorular hakkında düşünürken tek ve somut bir cevap aramaya değil, sahip olduğunuz bilgileri kendi düşünce ve yorumlarınızla bir araya getirmeye yoğunlaşın!
1 – Sizce ’93 Harbi Osmanlı Devleti’nin siyaseti açısından ne kadar önemliydi? ’93 Harbi olmasa, II. Abdülhamid’in saltanatı farklı olur muydu? Meşrutiyet ve Kanun-i Esasi bu yıllarda kalıcı olabilir miydi?
2 – İlk sekmede paylaştığımız bilgileri, kendi bildikleriniz ve araştırdıklarınızla bir arada düşünün. Sizce Osmanlı Devleti’nin ’93 Harbi’ni engellemesi mümkün olabilir miydi? Cevabınızı detaylı bir şekilde açıklayın.
3 – Tersane Konferansı’nda Osmanlı Devleti’nden talep edilen şeyleri araştırın. Sizce Osmanlı Devleti bu talepleri reddetmekte haklı mıydı? Yoksa savaşı önlemek için bu taleplere boyun eğilmeli miydi?
4 – Özellikle Balkanlar bölgesindeki bağımsızlık hareketlerini düşündüğünüzde, sizce Osmanlı Devleti’nin bu savaşta gerçek anlamda başarılı olma ihtimali var mıydı? Balkan Cephesi’nde Rusya’yı durdurmak mümkün olabilir miydi?
5 – Sizce Rusya, İngiltere ve Fransa gibi ülkeler, Osmanlı Devleti’nin Balkanlardaki durumuyla neden bu kadar yakından ilgileniyordu? Bu sadece insani bir konu muydu, yoksa insani konuların yanında başka süreçler de önemli miydi? Bu konuda fikirlerinizi tartışmadan önce, bu dönem ve bölgeyle ilgili ek araştırmalar yapmaya çalışın.
Araştırma Soruları
Bu sorular, yazı ve videolarımızda somut bir şekilde cevaplamadığımız, cevaplarını bulabilmek için basılı veya dijital kaynaklar kullanmanız gereken sorular. Birden fazla seçenek sunulan soruları grup çalışmaları olarak ele alabilirsiniz.
1 – 19. yüzyılda Balkanlarda yaşanan gerginliğin sebepleri nelerdi? Burada hangi düşünceler ön plana çıkıyordu? Bu soruya genel bir cevap vermeye veya bir bölge / etnik grup (Bulgarlar, Yunanlar, Sırplar, vs.) seçerek detaylı olarak incelemeye çalışın.
2 – ’93 Harbi kapsamında yaşanan muharebeleri inceleyin. Balkanlarda veya Kafkas cephesinde yaşanan önemli muharebelerden bir tanesini kapsamlı olarak anlatan bir yazı veya sunum hazırlayın.
3 – Gazi Osman Paşa ve Ahmet Muhtar Paşa gibi kişiler, ’93 Harbi’nde önemli başarılar elde etmişti. Bu kişiler, ’93 Harbi’nden sonra ne yaptı? Osmanlı Devleti içindeki konumları ve önemleri ne oldu?
4 – ’93 Harbi sırasında, II. Abdülhamid’in meclis ve anayasa ile ilgili şikayetleri nelerdi? Hangi koşullar padişahın meclisi etkisiz ve yanlış karar alan bir merci olarak göstermesini mümkün kılmıştı? Sizce meclis gerçekten ’93 Harbi sınavında başarısız mı olmuştu, yoksa bu II. Abdülhamid tarafından gücü kendi elinde toplamak için kullanılan bir strateji miydi?
5 – Mithat Paşa kimdi? Hangi görüşleri destekliyordu, Osmanlı tarihinde hangi figürlere yakındı? I. Meşrutiyet sürecindeki rolü ve önemi neydi? II. Abdülhamid döneminde Midhat Paşa’ya ne oldu?